YAZILAR Haber Girişi : 25 Ağustos 2017 08:56

Mezopotamya coğrafyası

Mezopotamya coğrafyası
İşte söylüyorum ki, yankılansın kalplerde, kalplerde acı ve keder bırakan, tarih içinde ve tarih dışı alamet barındıran yas salgının ürkek vatanı…
Bir coğrafya; çiçeklere, böceklere, güzellere, dilberlere, dillere, dinlere, tarikatlara, mezheplere, ahlaka, kibirsiz bir gurura, kültürler üstü bir medeniyete tanıklık etmenin yüksek gururunu taşıyan, yaşatan, yaş akıtan, yaşlatan bir coğrafya düşünün…

Aşkın her hâline aşina kıldıran bir kara parçasıdır…

Sevdaları savaş olan bir toprak gösterebilir mi beşer evladı…

Âdemoğlunun en ağır imtihanı işte Mezopotamya, izsiz bırakan, sizi sizsiz kılan…

İşte söylüyorum ki, yankılansın kalplerde, kalplerde acı ve keder bırakan, tarih içinde ve tarih dışı alamet barındıran yas salgının ürkek vatanı…

Mor bulutları rüşvet veriyorken dağlara, insanı keskin acı ve ateş…

Gri rüzgârlar arasında sevgililer kulaklara ıstırabın depremini fısıldayan…

Ve aynı zamanda o coğrafya ki toprağı verim diye neşe saçan, göğünün yüzünden birliğin o kutsi beraberliğinin emareleriyle göğe kuşak olan…

Bir coğrafyadır ki ruhları nakış nakış oyan, her ânı çağlar üstü anı olan…

O coğrafyadır ki dünyanın kaderine kadı olan, hesapsız, kitapsız, nizamsız…

Mazlumun ve mağdurun manifestosunu bin yıllara kitâbeleştiren o toprak…

Ve Mezopotamya yakışmıyor dünyaya ya da dünya yabancı bir konuk, Mezopotamya tıkanan…

Her lahza yüreklere mıcır büyüklüğünde gözyaşı döktüren bir yer…

Küller içinde büyüyen kan renkli güllerin masalımsı hikâyesi Mezopotamya…

Günahlar çırılçıplak ve darmadağın hayaller, ümitleri metruk olan bir başka kara parçası gösterilebilir mi…

Bunca acı ve bunca keder ölümü kader kılmamış yine de, işte bilinmeyen bir yerde yaşıyoruz ve bu kusur kime ait…

Sabırla büyüdü yürek, korlaşan bir demin nemiyle, kısaca ben, ben Mezopotamya, tanımalıydın ruhumu tanımlayacak tümceleri…

Beni ve seni tanımlayan o varlık ve yokluk arasındaki yara, ah ne desem inanmazlar ve seni işte tanımazlar ve tanımlayamazlar ey vatanım, titrek toprağım, Mezopotamya…

Hiçbir zaman bilemeyeceğiniz bir yer, anaları ağıt ustası, babalar ki çile çınarı...

Durmadan acı çekiyoruz ve ümide yabancı kalmak istemeyen bir hazla akıyor serseri gönlümüzün kılcal damarları, şu Mezopotamya senfonisinin seramonisinde…

Seni en yüce platonik kurguyla tanımışlar, yüreklere merhem olan neşenle tanımlayamamışlar… Benim toprağım, senin kederin, bizlere kader olan…

Mezopotamya, seni kalbinin aklıyla ancak betimleyebilen eskici dükkânındaki kelimelerle kurşunlayan bir çilekeş muharrim…

Ve sen öylesi şiddetli rüzgârların meczup saltanatısın, bu yüzden yaran büyük, hıncın kocaman küçük…

Kendine gurbet olan yer, aslına yabancılığı nüfuz ettiren, ruh ve beden bu kadar mı yabancı olur kendine, kendi kendine…

Hele gelin, şu başıboş hüzne kulak verin, bunca acı ve keder nasıl kabul edilmiş bu toprağa, bana tek bir sebep söyleyin, kan ve kılıç bu kadar mı çekici, yazık…

Aynı yaprağa kan, acı ve aşk nasıl sıkışmış, bu biçim itici bir ideoloji tarihin hiçbir anında görülebilmiş değildir… Ah aynalar ve duvarlar, dile gelip haykırın…

Seni anlatıyorum ey Mezopotamya denen derli toplu boşluk, nasıl da çığlık çığlık…

Yalan dünyaya gül ve kül diye yutturulan bir masalın belirsizliğindeki yer…

Mezopotamya, güzel ülkemin inci ümidi…

Mezopotamya, birlikte yaşayacağız inandığımız her hâli…

Acımayacağız suni kaderlere ve inkılap görecek bu toprağın yabancı konukları, ey Mezopotamya, Kürdün Türkün ve Arabın ışıklı ve nakışlı türküsü…
Nurettin ŞİMŞEK