KÜLTÜR & SANAT Haber Girişi : 18 Mayıs 2010 21:12

Ankara’da kış, Nusaybin’de bahar!

Ankara’da kış, Nusaybin’de bahar!
İktidar mücadelesinin amansızlaştığı zamanlarda, siyasal ahlâk sözcüğü pek çok kimseye bir safra gibi gelir. İlk fırsatta kurtulunması gereken bir yük yani.

İktidar mücadelesinin amansızlaştığı zamanlarda, “siyasal ahlâk” sözcüğü pek çok kimseye bir safra gibi gelir. İlk fırsatta kurtulunması gereken bir yük yani. Sonrası, şu meşum “amaca giden her yolun mubah olduğu” düsturudur. Hem iktidara tırmananları, hem de iktidardan düşmekte olanları bekleyen bir tuzaktır bu. Kazananlar tarafında duranları, zafer küstahlığı; kaybetmekte olanları ise, hınç sürükler genellikle bu “gayya kuyusu”na.

Siyasal ahlâk bir kez çökmeye başladığında, herkes kirlilikten bir şekilde nasibini alır. Kirlilik, görünmez yollardan akar çoğunlukla. Meselâ “yöntemi beğenmediğini” söyledikten sonra, “ama” diyerek, saldırının mağduru olanları “ahlâkî” açıdan sorgulamaya başlayanların dili ve tutumu, bu yolların en bilinenidir. Lakin kirlenme, en çok, rakiplerine veya hasımlarına yönelen ahlâkdışı saldırılardan açık ya da gizli haz duyanların elleriyle yayılır. Bu saldırıların sonuçlarından memnuniyet duyanlar veya nimetlerinden yararlanmaya çalışanlar çoğaldıkça, toplum hızla bir pornografi seyircisine dönüşür. Böyle bir ortamdan “iyi” bir şey doğmaz, kimseye de “hayır” gelmez.

Bir de “ahlâk diktatörleri” var, böyle zamanlarda hemen sahneye atlayan. “Tartışılmaz saydıkları değerleri” her türlü kamusal normun temeli olarak dayatmak isteyen bu figürler, herkesi her açıdan sorgulama ve mahkûm etme hakkına sahip otoriteler gibi bağırıp çağırırlar ortalık yerde. En büyük makyavelistler de bunlardan çıkar. Zira bir “değer”i tek kaynak ve mutlak gerçek sayanlar, bunu kabul ettirmek için her yola başvurmayı caiz görürler.

Baykal’ı hedef alan şu çirkin “kaset saldırısı”, siyaseti makyavelizmin girdabında boğma ihtimali olan etkili akıntının farkına varmamız için ciddi bir uyardır!

****

Hafta sonu “Mezopotamya Tarihinde Nusaybin Sempozyumu”na katılmak üzere Nusaybin’deydim. “Kış şartlarında bahar havası” gibiydi her şey. Sempozyum kararı, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) İnanç Komisyonu tarafından bu yılın şubat ayında Mardin’de düzenlenen “Mezopotamya 1. İnanç Çalıştayı”nda alınmıştı. Nusaybin Belediyesi, bu kararın gereğini başarıyla yerine getirdi.

Eski Belediye Başkanı, sevgili dostum Mehmet Tanhan’ın yoğun duygu ve emek harcayarak yarattığı ve açılışı tam iki yıl önce bu tarihlerde yapılan Mitanni Kültür Merkezi, iki gün boyunca Türkiye’nin çeşitli köşelerinden, Avrupa’nın değişik ülkelerinden ve komşu toplumlardan çok sayıda konuşmacıyı ve konuğu ağırladı.

Dillerin, kültürlerin, inançların çoğulluğunu ve barış içinde birarada yaşama şartlarını konu alan sempozyumun kendisi de çokdilliydi; hem de Türkiye’nin batısında alışık olmadığımız dillerin kullanıldığı bir çoğulculuktu bu. Sunuşlar ve tartışmalar, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Süryanice ve İngilizce olmak üzere beş dilde yapıldı. Her bir dilden diğerine simültane tercüme yapıldığını da düşünürseniz, kendinizi bir anda Babil Kulesi’nde sanabilirsiniz. Efsaneye göre, Tanrı Babil Kulesi’ni engellemek için, onu inşa edenleri farklı diller konuşmaya mahkûm etmiş ya, Eduardo Galeano da, Tanrı’ya bu “ceza için teşekkür” eder ve şunları söyler: “Tanrı bizi cezalandırmak isterken tek bir dilin sıkıcılığından kurtararak belki de bize bir iyilik yaptı.” Bu sempozyum, Galeano’nun ne kadar haklı olduğunun güzel bir kanıtıydı.

Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, sempozyumun sloganını, “Nusaybin renkleri Mezopotamya uygarlığında yeşeriyor” diye açıklamış; böylece amacın tarihsel/folklorik bir tatmin değil, güncel/somut bir niyet ve mesaj olduğunu belli etmişti.

Bu mesajın altını, aralarında DTK temsilcilerinin de bulunduğu başka insanlar da çizdiler. Ben de konuşmamda, bunun neden ve ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalıştım. Türkiye gibi milliyetçiliğin köklü ve güçlü olduğu, bu virüsün buna karşı mücadele edenler de dahil herkese kolayca bulaşabileceği bir ülkede, çoğulculuğa verilen bu önem gerçekten çok değerli.

Almanya’da Neonazilerin yabancılara saldırıları yoğunlaştırdıkları 1990’lı yıllarda, Alman sol, demokrat ve otonom çevreleri, ırkçılığa karşı mücadelede muhteşem bir slogan bulmuşlardı: “Bizi Almanlarla yalnız bırakmayın!” Hrant’ın cenazesinde atılan “hepimiz Ermeniyiz” sloganı, buna yaklaşsa da, henüz Türk milliyetçiliğine karşı Almanlarınki gibi etkili ve kalıcı bir slogan üretilemedi maalesef. Bu sempozyum vesilesiyle, DTK’nın çalışmalarının, bu bölgedeki diğer topluluklara hasmane tutum takınabilecek bir Kürt milliyetçiliğine karşı “bizi Kürtlerle yalnız bırakmayın” sloganına güçlü bir temel sunduğunu gördüm ve sevindim.

Bölgede askerî operasyon hazırlıklarının çıplak gözle görüldüğü, her gün çatışma haberlerinin zaten gelmekte olduğu “kış şartları”nda, bu sempozyum, “bahar”ı nerede bulabileceğimizi hatırlatıyor bize: Her alanda çoğulculuk!