YAZILARDüzenleme Tarihi : 07 Ekim 2020 10:26Haber Girişi : 07 Ekim 2020 10:30

Gül ve Nusaybin'in Beyaz Gülleri...

Gül ve Nusaybin'in Beyaz Gülleri...
Görülecektir ki Nusaybin, hep böyle bedbin, bezgin ve hep böyle ötelenmiş, örselenmiş bir şehir değildi...

Eşsiz kokusu ve çeşitli renklerdeki muhteşemliğiyle eski çağlardan bu yana insanları cezbeden ve bütün kültürlerde seçkin bir yere sahip olan gül, zaman zaman lâle, papatya, nergis ve karanfil gibi zorlu rakiplerle mücadele etmek zorunda kalmışsa da, tabiat mülkünün sultanı olma vasfını hep korumuş, bütün çiçekleri hatta tabiatı temsil eden yegâne bitki olmuştur. 

 

Eski Yunan, Roma, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında zenginliğin ve ihtişamın sembolü olan gül, semavi dinlerde de önemli bir konum edinmiştir. Yahudiler Hz. Süleyman’dan itibaren senenin belirli günlerinde gül bayramı yaparlardı. Hristiyanlıkta bir efsaneye göre gül, güzel kokusunu, Hz. İsa’nın bebekken bu çiçekler üzerinde uyutulmasından almış ve rengini de çarmıha gerildikten sonra vücudundan damlayan kandan almıştır. İslam kültürüne göre Hz. Muhammed’in teri gül kokardı ve bu nedenle gül, Peygamberin sembolü kabul edilir. “Gül koklamak sevaptır” şeklindeki yaygın inanışın kökeni de şüphesiz bundan ileri gelmektedir. 

 

Gül, aşkın her türünde sevgiliyi, bülbül ise onun aşkıyla yanıp tutuşan âşığı temsil eder. İnanışa göre gülün rengi eskiden kırmızı değilmiş. Gülün kendisine karşı kayıtsız davranmasına dayanamayan bülbül, gülün gövdesine konuvermiş. Dikenler bülbülün gövdesine batınca akan kan gülün dibine birikerek zamanla köklerinden damarlarına  yayılmış; işte o günden beri gülün rengi kırmızıya dönmüş. 

 

Kültür hayatımıza gül kadar yerleşen başka bir bitkinin olmayışı, gülün toplum hayatımıza ne derece etki ettiği ile de alakalıdır. Gül, Gülendam, Gülseren, Gülay, Ayşegül, Gülbin, Gülfer, Gülten, Güler gibi gül kelimesiyle yapılan kız isimlerinin çokluğu, gülün kolektif zihindeki değerini anlatır. Dilimize yerleşen deyim ve atasözlerinden gül ile yapılanları da benzer bir özellik taşır: Dirlik ve afiyet içinde yaşamayı anlatmak için “gül gibi geçinmek”, bazı şeyleri kusurlarıyla kabullenmek gerektiğini anlatmak için “Dikensiz gül olmaz” ve “Gülü seven dikenine katlanır”, birisinin gülüşünü övmek, kendisine ne kadar yakıştığını anlatmak için “güldükçe yüzünde güller açmak”, güzel bir durumu nitelemek için “güllük gülistanlık” gibi deyim ve atasözlerinden sık sık faydalanırız.

 

Gül ile ilgili bilgi ve argümanlar bu şekilde zihnimize ardı sıra hücum edince, ister istemez Mardin’de yaşayanların muhakkak bilmesi gereken bir bilgiyi paylaşmak zaruri hâle geliyor; son dönemlerde sosyal ve siyasi travmalardan geçen Nusaybin’in yüzyıllar önce beyaz güllerin diyarı olduğu gerçeği …

 

***
Akad ve Sümer Kralı Sargon tarafından hazırlanan eski yazıtlarda Mezopotamya’da gülcülüğün yapıldığı belirtilmektedir. Nusaybin’nin de, bulunduğu yörenin maden ve mineral bakımından zengin olması burada tarih boyunca güllerin yetişmesi için çok elverişli bir ortam hazırlamıştır. 

 

Nusaybin’de gül, gülyağı ve gülsuyu üretiminin yapıldığından bahseden en önemli kaynaklardan birisi İbn-i Batuta’nın “Rıhle” adlı seyahatnamesidir. 14. yüzyıl Arap gezginlerinden olan İbn-i Batuta (1304-1369),1330 yılında Mardin ve çevresini gezmiş, çok önemli notlar almıştır:

 

“İki konak aştık ve Nusaybin şehrine ulaştık. Çok eski bir şehir. Orta büyüklükte. Esas kısmı harap olmuş. Akarsuları, bahçeleri ve meyve ağaçlarını içine alan geniş bir ovaya kuruludur. Burada üretilen gülsuyunun koku ve revnak bakımından benzeri yok. Bir nehir çember gibi şehri kuşatıyor. Şehre yakın bir dağdan çıkıyor. Pek çok kollara ayrılarak bahçeleri suluyor. Arklardan her biri şehre dalarak sokak ve evlerden geçiyor. Yani her eve uğruyor bu su! Nihayet büyük caminin ortasından geçerek biri avlunun kalbinde, diğeri doğu kapısı yakınında bulunan iki sarnıca dökülüyorlar. ….. Halkı güvenilir, temiz yürekli ve dindar insanlardır.” 

 

Şehri bu cümlelerle tasvir eden İbn-i Batuta, şehirde eşsiz parfüm ve helvaların yapımında kullanılan gülsuyunun üretildiğini aktarır. Ayrıca Ebu Nuvvas adlı bir şairin Nusaybin’i hayli güzel bir dille öven bir beytine de yer verir:
Nusaybin hoş geldi bana, ben onu razı ettim,
Keşke dünyadan nasibim olsaydı Nusaybin

 

İyi bir gözlemci olan İbn-i Batuta gördüğü iyi şeyler kadar, olumsuz durumları da aktaran bir gezgindir. İbn-i Cüzeyy’den aktardığı şu sözler ve başka bir şairin dizeleri ise o dönemde Nusaybin’den haz almayanların da bulunduğunu ortaya koyar: “… diğer insanlar Nusaybin şehrini suyunun bozukluğu ve havasının sertliğinden ötürü pek de iyi yad etmiyorlar. Hatta şairlerden biri şu dizelerde bunu anlatır:

 

Nusaybin acayip bir yer; Orada günler geçirdim,
Nice hastalıkla boğuştum, tarifsiz acılarla 
Oranın sularında kızarmaz gül, bulmaz rengini
Suratlar sapsarı, insanlar hep ağlamakta”

 

Şiirdeki üçüncü dize dikkat çekicidir. Nusaybin’in sularıyla sulanan güllerin kızarmadığı yani kırmızıya dönüşmediği ve güzel, gerçek rengini bulmadığından söz edilmiş. Oysa Nusaybin’in gülleri kırmızı değil hep beyaz açarmış. Görünen o ki şair, aslı itibariyle beyaz açan Nusaybin güllerinin kırmızılaşmamasını bile olumsuzluğa yoracak kadar kötü anılar biriktirmiş olmalı.

 

17. yüzyıl Osmanlı müellifi Katib Çelebi, Nusaybin’de çok sayıda bulunan beyaz gülün şehirle özdeşleştiğini ve asla kırmızı gül bulunmadığını belirtmektedir. Zaten rivayetlere göre Nusaybin’in kelime anlamı “Beyaz gül diyarı; Beyaz su, çift nasipli” demekmiş. Nusaybin’de sadece beyaz güllerin yetiştiğini söyleyen diğer bir kaynak da Ebü’l-Fidâ’dır. Ebü’l Fidâ (öl. 1331) Takvimü’l-Büldan adlı eserinde Nusaybin’i tarif ederken; “ … Nuh Peygamber’in gemisinin üzerine indiği Cudi Dağı’nın yanında kurulmuş olan, zehirleri öldürücü akrepleri bulunan, kırmızı gül yetişmeyen, sadece beyaz gül yetişen merkezi bir şehir” şeklinde tanımlamalarda bulunur.

 

Çeşitli kaynaklar, Ortaçağ’da Müslümanların,  kültür ve inançlarının geleneksel etkisiyle çok fazla koku maddesi tükettiklerini yazar. Bunun etkisiyle olsa gerek, çok eski dönemlerden beri İslam topraklarında parfüm sanatı gelişmiş durumdaydı. Müslümanlar, zamanla kokulu çiçeklerin damıtılmasında ustalaşarak bu işin ticaretini de ele aldılar. Özellikle Firuzâbâd, Kuvâr ve Nusaybin şehirlerinin gül suyu üretiminde büyük ün elde ettiği belirtilmektedir. Ünlü Mısırlı âlim Süyûtî (öl. 1505) de Tıbb-ı Nebevî adlı eserinde şehirde üretilen gülsuyunun şöhretinden bahseder: “Nusaybin’in gülsuyu soğuktur. Çarpıntıya iyi gelir ve ateşli baş ağrısını dindirir. On meclis için on dirhem serpmek yeterlidir; fakat baş üzerinden serpilirse saçın ağarmasını hızlandırır.” Bu ifadeler, Nusaybin güllerinden elde edilen gül suyunun bu dönemde tıbbî malzeme olarak da kullanıldığını göstermektedir. İbnü’l-Baytâr (1197-1248) 2.500 adet ilaç maddesini yazdığı “el-Müfredât” adlı kitabında gülden elde edilen ilaçlara geniş şekilde yer vermiş, gül suyunun faydalarını anlatır. İbnü’l-Baytâr ayrıca en güzel ve keskin kokulu güllerin Nusaybin’de olduğunu da belirtir.
Sadece beyaz gülleriyle bile pek çok muteber kaynağa konu olan Nusaybin’in tarihteki pek çok devlet ve uygarlık için eğitim, sanat, ziraat ve askerî başta olmak üzere pek çok alanda öncü bir merkez olduğunu görmek için, değerli akademisyen Doç. Dr. Ahmet Kütük’ün “Nisibis: Kadim Bir Şehrin Hikâyesi” adlı eserine müracaat edilebilir. Görülecektir ki Nusaybin, hep böyle bedbin, bezgin ve hep böyle ötelenmiş, örselenmiş bir şehir değildi...

Doç.Dr. Mustafa Öztürk
MardinLife