Ramazan-ı Şerife dairdir Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir. ![]() O Ramazan ayı
ki, İnsanlara doğru yolu gösteren, Apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir. (Bakara Sûresi,2:185) Birinci Nükte: Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyyenin a’zamlarındandır. İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetine, hem insanın hayat-ı içtimâîyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhîyye’nin şükrüne bakar hikmetleri var. Cenâb-ı
Hakk’ın Rubûbiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenâb-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i ni’met sûretinde halkettiği ve bütün
enva’-ı ni’meti o sofrada Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i îman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine da’vet edilmiş bir sûrette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba
böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirak
etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar? İkinci Nükte: Ramazan-ı Mübâreğin savmı, Cenâb-ı Hakk’ın ni’metlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Birinci Söz’de denildiği gibi, bir pâdişâhın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o ni’metleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenâb-ı Hak hadsiz enva’-ı ni’metini nev’-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukâbil, o ni’metlerin fiatı olarak, şükür istiyor. O ni’metlerin zâhirî esbâbı ve ashâbı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hatta müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün’im-i Hakîki, o esbâbdan hadsiz derecede o ni’met vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte O’na teşekkür etmek; o ni’metleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o ni’metlerin kıymetini takdir etmek ve o ni’metlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur. İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakîki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sâir vakitlerde mecbûriyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakîki açlık hissetmedikleri zaman, çok ni’metlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, husûsan zengin olsa, ondaki derece-i ni’met anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir ni’met-i İlâhîyye olduğuna kuvve-i zâikası şehâdet eder. Pâdişâhtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerîfte o ni’metlerin kıymetlerini anlamakla bir şükrü ma’nevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle; “O ni’metler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye ni’meti ni’met bilir; bir şükrü ma’nevî eder. İşte bu sûretle oruç, çok cihetlerle hakîki vazife-i insaniyye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer. Üçüncü Nükte: Oruç,hayatı içtimâîye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maîşet cihetinde muhtelif bir sûrette halkedilmişler. Cenâbı Hak o ihtilafa binâen, zenginleri fukaraların muâvenetine da’vet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrâk edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükrü hakîkinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünkü: Hakîki o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor... Dördüncü Nükte: Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis,kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hatta mevhum bir rubûbiyet ve keyfemâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz ni’metlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Husûsan dünyada servet ve iktidarı da varsa,gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına ni’met-i İlâhîyyeyi hayvan gibi yutar. İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlarki: Kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rubûbiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır, hakîki vazifesi olan şükre girer. Beşinci Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muâmelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefsi insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevâle ma’rûz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibâret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücûdu var gibi,lâyemûtâne kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayatı uhreviyesini düşünmez;ahlâkı seyyie içinde yuvarlanır. İşte
Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere
ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık
vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücûdu, ne
derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç
olduğunu derkeder. Nefsin fir’avnluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile
dergâh-ı İlâhîyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükrü ma’nevî eliyle
rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise... Altıncı Nükte: Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’ân-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm, mâdem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş; o Kur’ânın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semâvî hitabı hüsnü istikbâl etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir sûrette o Kur’ânı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhîyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resûl-i Ekrem (A.S.M.) dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ânın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir. Evet
Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçi yor; öyle bir
mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur’ânı, o
hitab-ı semâvîyi Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nurânîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın ma’nevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâmın ma’nevî nefretine ve tahkirine hedeftir. Yedinci Nükte: Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:Ramazan-ı Şerifte sevâb-ı a’mal, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyâdedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nurânî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla! İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gâyet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hâsılat için, gâyet münbit bir zemîndir. Ve neşvünemâ-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır. Saltanât-ı Rubûbiyet-i İlâhîyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan,yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvâni hâcâtına ve mâlâyâni ve hevaperestâne müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezâhür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyyete bir nevi âyinedarlık etmektir. Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır. Evet nasılki bir pâdişâh, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn nâmiyle veyahut başka bir şa’şaâlı cilve-i saltanatına mazhar ba’zı günleri bayram yapar. Raiyyetini, o günde umûmî kanunlar dâiresinde değil;belki husûsi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sâdık milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Pâdişâh-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’ân-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, muktezayı hikmettir. Mâdem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvâni meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikrigibi cihâzât-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubûdiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz ta’birlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lîsanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek... Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fenâ şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeğe sarfetmek gibi sâir cihâzâta da bir nevi oruç tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta’til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir. Sekizinci Nükte: Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve ma’nevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemâyeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta ma’nevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır; riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı ma’nevîyeyi bozmamağa çalışır. Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok def’a mübtelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musîbetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur. Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihâzât-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanın da ta’til-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o cihâzâtın husûsi ibâdetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bı rakır. O sâir cihâzât-ı insaniyeyi de, o ma’nevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlariyle müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini dâima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sâir cihâzât, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel,Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, ma’nevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübârek ayda oruç vasıtasiyle çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar ma’sûmane gülüyorlar. Dokuzuncu Nükte: Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rubûbiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını,fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir. Hadîsin rivayetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!” Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “ENE ENE, ENTE ENTE.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azâb vermiş, yâni aç bırakmış. Yine sormuş: “MEN ENE VEMA ENTE?” Nefis
demiş: “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin,ben senin âciz bir abdinim.” ![]() Bediüzzaman Said NURSİ (Mektubat, 29.Mektub) | Lügatçe âhir : son ashab :
sahipler binaen :
dayanarak abd : kul âlem-i İslâm : İslâm âlemi şürb : içme âhiret :
öteki dünya, öldükten sonraki hayat bâki :
devamlı, sürekli alâkadar :
alâkalı, ilgili hayat-ı şahsiye : kişisel hayat cihazat :
organlar, âletler
|