İdeal Terzi

Anket yapmak için içeri girdiğimde yalnızca sıradan bir adam vardı karşımda. Yetmişli yaşlarda, kır saçlı, gözlüğü burnunda biri. Her anı rutine bağlanmış, tekrarlanan günlerin yorgunluğu vardı yüzünde. Yere düşecekmiş gibi hissediyordum ona bakarken. Bir adım daha atarsa yığılacakmış gibi hissediyordum. Yavaş hareket ediyor, derinlemesine bakıyor, dakikalarca susup sonra söze giriyordu. Tertemizdi iş yeri. Makaslar hizaya sokulmuş, iplikler yan yana dizilmiş, toplarca kumaş renklerine göre kategorilere ayrılmıştı. Duvara onlarca küçük tablo ve biblo yerleştirilmişti. Eski evler, hayvanlar, yaşlı insanlardan oluşan onlarca siyah beyaz tablo, onlarca küçük figür…  Pencere önünde küçük saksılara konulmuş yirmiye yakın çiçek, mavi beyaz renklere boyanmış duvarlar ve yaşlı bir terzi…
 
Yanına oturduğumda biraz şüpheliydim açıkçası… Ömür boyu sürmesi için yeminler edilmiş dostluklardan, sırt sırta verilmiş arkadaşlıklardan, bıkkınlık verici konfeksiyon günlerinin ardından sabahları bulan gece eğlencelerinden konuya girecek, cepteki simit parasıyla kurulan ve her gece kendi kaderinde tekrarlanan hayallerden bahsedecek diye düşünüyordum. Yaşlı sohbetleri öyle değil midir?  Kimi âşık olduğu kıza götürür sizi, kimi menemenli, patatesli bekârlık yıllarına davet eder, kimi de kaldığı mahallenin şirinliğine, yaşadığı hayatın zorluğuna daldırır. Oysa bu adam farklıydı; hem de çok farklı…
 
İçeri girer girmez muhabbet etmeye başladık. Nerden geldiğim, nereli olduğum, anketten para kazanıp kazanmadığım hakkında uzun uzadıya konuştuk. Çiçeklerinin isimlerini, isim verme hikâyelerini, duvardaki küçük bibloların ona nereden, nasıl geldiğini hiç sıkılmadan anlattı. Sıradan, sakin, ilgili bir anlatımla… Sonra kaç kardeş olduğumuzu sorduğunda ve benden altı cevabını alıp, bölgeye göre “ideal” bir aile olduğumuz fikrini duyduğunda işler aniden değişti. Koltuğuna yaslandı, ellerini birleştirdi ve işaret parmağıyla dışarıyı göstererek söze girdi.
“Bu ideal aileyi sen mi seçtin delikanlı? Kime göre, neye göre, hangi ölçüye göre idealsin? Hiç düşündün mü?” diye sordu. Donup kaldım. Cevap vermekle susmak arasında gidip geldim ama konuşamadım. Devam etti.  “Bak evlat! Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, ahlaki üstünlüğümüzün temeli aile bağlarımızda oluşuyor. Aile, bize neyin iyi ve yapılabilir ya da neyin kötü ve yapılamaz olduğunu ilk yaşlardan başlayarak toplumsal norm ve kural koyucuların isteklerine uygun bir biçimde öğretiyor. Filozoflardan sosyologlara, dinlerden edebiyatçılara kadar bütün sistemler bu oluşuma katkı sunuyor ve oluşan bu ideal aile fikrimiz, kültürel kimlik kurgularımızın temeline yerleşiyor. Çağın gerekleri, çağın kabulü, çağın uygun gördüklerine uygun bir ideal aile tipi doğuyor ve insanların bu standartlara uygunluk seviyesi toplumsal statülerini belirliyor. Yani dünün düşünce algısı bugünün ideal ailesini, bugünün düşünce yapısı yarının ideal ailesini oluşturuyor. Bu oluşum iktidar örüntülerin kimi zaman örtük, kimi zaman hoyrat saldırıları altında ve en acı yanıyla da zihinlerimizde şekilleniyor. İster buna yanlış modernleşme de, ister uyumlulaştırma politikası, ister sürü psikolojisi, istersen de resmi ideoloji… Fark etmiyor… İdeal aile, ideal kadın ve erkeği, ideal erkek ve kadın ideale uymak zorunda olan çocukları doğuruyor. Anneye oluşum, babaya koruma rolü veriliyor ve ideal aile, bir kurgunun ötesinde kurumsallaşmış, sistematize edilmiş, iç içe bir sürekliliği içinde barındıran bir güç haline geliyor. Tabi bu güç, kimilerinin hayatını özel, dokunulmaz ve değerli kılarken, kimilerininkini değersiz ve ifşa edilebilir kabul ediyor. Onlara göre sığ ve düzenbaz eşler, tembel ve verimsiz evlilikler kurarken, eğitimli ve zararsız eşler modern aileyi inşa ediyor. Birisinin çocuğu ülkenin geleceği kabul edilirken diğerinin çocuğu baş belası olarak görülüyor. Sisteme uymayan, onun gibi davranmayan, onun gibi düşünmeyip onun gibi yaşamayan herkes “öteki” kabul ediliyor ve potansiyel bir tehdit olarak görülüyor. Çocuk sayısından konuşulan dile, evlenme yaşından alınan eğitime kadar birçok ölçüt bu ayrışmaya çeşitlilik kazandırıyor ve sistem, sana hangi dili konuşacağını, kaç çocuk yapacağını, hiç olmazsa nereye kadar okuyacağını bildiriyor. Ve insan, o kadar küçük yaşta alışıyor ki bu fikre, ayrı düşünüp farklı yaşadı mı eksik hissediyor, kendini dışlanmış, ayrıştırılmış, unutulmuş hissediyor. Sonra ona benziyor, onun gibi yaşıyor, ona göre hareket edip ona uyuyor. Peki, sana soruyorum delikanlı!  Hangimiz kendi idealini yaşayabiliyor, kendi oyununu oynayabiliyor?”

                                                   &

Dışarıya çıktığımda kafamda bin bir türlü soru ve bir saati geçmiş bir sohbetin kafa karışıklıklarıyla dolu yorgunluğu vardı. Yaşlı terzi beni adeta bir bombardımana tutmuş ve yılların birikmişliğini önüme sermişti. Bilmediğim kavramlar, alışık olmadığım politik bir dil ve cevap aranmadan ardı adına yöneltilen sorular… Muhabbet yorgun düşürmüştü beni. Hayatı boyunca ideal ölçülerde ideal kıyafetler yaratan bir adamın bir kavrama bu denli takılı kalması şaşırtmıştı... Ki amacı cevap almak değildi zaten. Sorusunu sormak, duruşunu göstermekti. Çıkar çıkmaz karşıdaki nalbur bana eliyle işaret etmiş ve yanına gittiğimde dikkat etmem gerektiğini, terzinin kırk altı raporunun olduğunu söylemişti.  O zaman çok anlam verememiştim, ne demek istediğini anlamamıştım ama şuan düşünüyorum da, hayatımda bu kadar akıllı bir deliyle hiç muhabbet etmemiştim. Hiçbir deliden beni bu denli etkilenmemiş ve zayıf oluşumu bu denli hissetmemiştim.