Ölüm Denen Olguya Susamışlığımız

Yaşamımızda birçok olay olur. Birçok şey yaşarız ve yaşatırız. Devirler açtık, devirler kapattık, kimi zaman geçmişi günümüze taşıdık. Biz ki evrendeki en değerli varlık denen insanoğlu, dünyanın öküzün iki boynuzu arasında olduğuna inanıp Galileo idam ettiren, atomu dahi rahat bırakmayıp parçalayan, kilometrelerce olan yolu saatler içinde gide bilmeyi başaran, uçmanın hayalini bile yadırgarken uçak yapıp gökyüzünü keşfeden, dünyanın en büyük olayını bilgisayarı, internet keşfeden evrenin en büyük düşmanı insanoğlu.

Saydıklarım arasında sizi şaşırtan bir olay veya olgu var mı?

Hiçbir anormallik yok. Hepsi yaşamımızın bir parçası, vazgeçilmezlerimizdir. Bizleri derinden etkilemiyor. Hiç birine Fransız kalmıyoruz. Yaşamın parçası her gün duyduğumuz bildiğiz şeyler.

Peki ya ölüm…

Yaşamın bir parçası, her şeyden faklı olup tüm canlıların ortak özelliği, isteğimiz dışında gerçekleşen yüzyıllardır süren gerçeğin ta kendisi. Her duyduğumuzda ilk defa duyuyormuşçasına etkilendiğimiz olgu. Bunca olay ve olgu arasında, yaşadıklarımız ve yaşattıklarımız arasında en etkili olanı ölüm. İnsanı sarsan insan benliğinden asla kaybolmayan en kalıcı olgudur ölüm. Bilimden, sanattan, teknolojiden, dinden, dilden hatta kelimelerden bile daha etkili olanıdır. Hiç beklenmedik bir anda, bütün ihtişamıyla karşına çıkar. Bazen yüzlerce kelimenin anlatamadığını ölüm saniyeler içinde anlatır. Halbuki her an bizi bulabileceğini biliyorken yaşamın en anormal olgusudur.

Fakat bizler ölüme rağmen zalimlikten vazgeçmiyor, diktatörlere boyun eğiyor ya da onlara onlar gibi silah doğrultuyoruz, yine ölümle cevap veriyoruz. Geçmişimizden, tarihimizden hiçbir zaman ders almıyoruz. Hatalarımızı bozuk bir plak gibi tekrarlayıp duruyoruz.

Okuduğum bir kitabın kahramanı yüzyıllar önce tabletlerinde şöyle yazar; “…Belki böylece insanlar akıllanır, belki zalimlikten vazgeçerler, belki böylece daha az ölüm olur, belki daha az acı çekilir…” Kitap kahramanı belki yazdıkları değiştirmeye yeter diye umut ederek yazmış. Ne büyük bir acı ki bizler yaptığımız onca vahşi katliamlardan ve savaşlardan ders çıkarmak yerine daha çok susuyoruz kana, ölüme karşı. Yüzyıllar geçmesine rağmen hiçbir şey değiştiremiyor. Yıllar öncede vardı şimdi de var. Yıllar önce birçok katliam yapıldı ve halen devam etmekteyiz öldürmeye ve öldürülmeye. Ölüme susamışlığımız dinmek bilmiyor.

Dünya düzeninin kuralı böyleymiş gibi devam ettiriyoruz. Diktatörlerin geleneği. Halbuki dünya ne çok gelişiyor. Teknolojinin sınırlarının çizilemediği, modernite denilen olguyu en üst düzeyde yaşandığı dünyada böyle katliamlar halen nasıl kabul ediliyor sormadan edemiyorum. Bide biz doğuluları geleneklerimizden ötürü cahillikle yadırgıyorlar. Yaptıkları faşistliğin ne kadar cahilce olduğunu farkında bile değiller zannımca.

Her devlet her zaman kendi yaptıklarına değildi başka devletlerin yaptığı diktatörlüklere karışmayı tercih ediyor.  Biz Kürtlerin buna karşılık çok güzel bir atasözümüz var lakin haddimi bileyim. Fakat söz konusu diktatörler olunca yazmadan edemiyorum, kelimelerimi seçerken ki can çekişimi görmeniz gerek. Çünkü kelimelerin insan ömründen eksildiğine inanırım ve onlar için her sarf ettiğim kelimenin ömrümden gidiyor olmasını hazmedemiyorum, en azından kelimelerime değecek olsalar. Kızılderililerin Türkiye’ye gelişinin üstüne Amerika da kendilerince Kürt sorununa müdahalemi yapsak diye bir imada bulunmayı geciktirmediler. Tabi bide yazdıklarımı destekliyor gibiler.

 Öldürülmekten zevk alan diktatörlerin dünyanın kaderini çiziyor olması ne büyük bir acı. Böyle gelmiş böyle gider diyip bir kenara çekilecek miyiz? Ya da bu şekilde bilmiş bilmiş sözler mi sarf edeceğiz. Bu düzeni değiştirebilecek gücümüz var mıdır bilmiyorum ya da bir gün bu düzen değişebilecek mi bilmiyorum. Fakat ölmeden umut etmeyi bırakmayı kendime yakıştıramam. Bir ütopyada yaşadığımı düşünseniz de söyleyeceğim çünkü buna ihtiyacımız var.

 “BELKİ BİR GÜN…”