Teslimiyetten Temsiliyyet problemi

Gerçeklik,  var olanın var olması gerektiği gibi ile paralellik arz etmesiyle mümkündür. Kendisine bu felsefi düsturu ilke edinen ben, Müslüman şahsiyetin hali pür melalini müşahede ettikçe, Müslüman şahsiyetin omurgasını oluşturan yukarıdaki iki kavram beni hep derin düşünmeye sevk etmiştir. Acaba sorun teslim olanın teslim olduğundan mı yoksa teslim olunanın temsil edilemediğinden mi kaynaklanmaktadır.  Kimi sahifeleri üstü örtünerek raflara kaldırılan İslam tarihi kaynaklarına baktığımızda bu sorun hep var olagelmiştir. Bazen Sıffin adıyla, bazen Kerbela faciasıyla, bazen Halepçe katliamıyla, vs. hep canlılığını korumuştur ve korumaktadır. Teorisi tanrı merkezli, pratiği insan odaklı olan bu dinin hayata yansıyışı hep böyle sorunlu olmuştur.
İslam dininin hayata yansıyış serüvenini geri sayacak olursak, problemin merkezine hatta sorunun odak noktasına muttali olmamız mümkündür. Şöyle ki; cahiliye kabuklu bir bedenden yeni bir ruh inşa etmeye çalışan İslam dini, tevhid ilkesiyle bireylerin sabık inançlarıyla olan alakalarını kestikten sonra, inşa etmek istediği yeni bireyin kişiliğini üç temel dinamik üzerinde kurmuştur. Birbirleriyle iç içe olan bu üç temel unsur, İslami şahsiyetin olmazsa olmazları ve onu o yapan temel inançsal direkleri olmuşlardır. Her biri bireyin farklı ama bir o kadar da diğer ikisiyle bağlantılı yönünü temsil eden bu üç unsur; İman, İslam ve İhsan kavramlarıdır.
Bu üç temel kavramın İslam literatürüne girişiyle beraber, Dinin tebliğcisi üzerinden dinin muhataplarına Cibril aracılığıyla içi doldurulan ve bu münasebetle İslami şahsiyetin prototipini oluşturan bu hadise İslamın ilk yıllarında vuku bulması manidardır. Cibril Hadisiyle meşhur olan bu hadisenin amacı muhtevasında da belirtildiği gibi; size dininizi öğretmek içindir. Yani eğer gerçekten teslim olmuş olanlardan olmak istiyorsanız ya da inananlardan olmak istiyorsanız, size vazedildiği gibi olmak mecburiyettesiniz, denilmektedir. Varlığı iki dünyayı kapsayan, bir ayağı bu dünyanın fani toprağına ekilmiş iken diğer ayağı ukbanın sermedi toprağında semereye duran İslami şahsiyet bu üçlü yapı karşısında hep aksak davranmıştır. 
Bir türlü varlığını bu üçlü yapı üzerinde temellendirmeyi başaramayan İslami şahsiyet, tarih boyunca kişiliği ile inancı arasında sıkışıp kalmıştır. Ne yeterince sekülaristler gibi bu dünyanın hazlarından yararlanabilmiştir ne de teslim olup da olması gerektiği gibi temsil edip ebedi mükâfatı hak edecek bir umuda nail olmuştur.
Bence bahsi geçen hadis var olan sorunun tek çözüm kaynağıdır. Zira bu üçlü yapının bir ayağı hep göz ardı edilmiştir. İmanın inanç, islamın teslimiyet yönü vurgulanırken, ihsanın temsiliyet ayağına olması gerektiği gibi önem verilmemiştir. Tarih boyunca yaşanılan inançsal polemiklerinde hep ilk iki kavram üzerinden yoğunlaşması da bu gerçeğin en büyük kanıtıdır.
Çağın bakış açısıyla Cibril hadisinin muhtevasına bütüncül bir yaklaşımla yaklaşılsa görülecektir ki, iman peygamberin dilinden inanılması gereken hususlara inanmak, İslam, teorik olarak inanılanları pratik olarak hayata taşımak, İhsan ise, teorik olarak inanılan, pratik olarak da uygulanan amelleri bir temsiliyyet ruhuyla eda etmenin adı olacaktır.
Biri inancın içsel, diğeri işlevsel bir diğeri de ahlaksal boyutunu oluşturan bu üç kavram aynı kişilik potasında bütünleşmedikçe, inancın sahibini bu dünyada özgürleştirmesi öte alemde azad etmesi beklenemez haberimiz ola